Manevi Sosyal Hizmetler İle İlgili Makaleler

 

 

YALNIZLIĞIMIZI DİNLEMEK: MANEVİYATIMIZI İFADE ETMEK

 

(Tıbbî Sosyal Hizmetlerde Manevî ve Klinik Uygulamalar)[1]

 

Wanda Wagler-Martin

 

Bu bölüm ruhaniyetin klinik sosyal hizmetlerle entegrasyonunu açıklamaktadır. Maneviyat ve uygulama bağlamında, sosyal hizmetlerin tarihi ve süregelen gerilimleri gözden geçirilmektedir. Ek olarak, bu bölüm, sosyal hizmet çalışanlarının maneviyatı, uygulamayla birleştirirken karşılaştıkları problemlere ek olarak, bu entegrasyonun önemi için mantıklı bir açıklama çizmektedir. Klinik sosyal hizmet uygulamalarıyla maneviyatın birleştirilmesi kolaylaştırmak için müdahaleler ortaya koyulmaktadır.

18 yıllık klinik uygulamalar sonucunda şunu anladım ki, geleneksel sosyal hizmetler eğitimi ve sosyal hizmet işi, çalışmış olduğumuz hastaların ruhani boyutlarını, tam anlamıyla onaylamamaktadır. Pratisyen hekim olarak başladığım kariyerimde, klinik uygulamalarda Freud’un ruh ve benlik kavramlarının birbirinden ayrı sınıflar olduğu görüşüne sıcak bakmıştım. Belki bu benim profesyonel benliğimi, hayat evremi ve benim önceki inanışları tekrar düşünme sürecimde karar verme ihtiyacımdan kaynaklanmaktadır. Şüphesiz ki orta yaşa girişimle beraber maneviyat ve psikolojinin, insan olmanın ayrılmaz boyutları olduğunu ve bunun da klinik sosyal hizmetin temeli olduğunu kabul etmem bir tesadüf değildir.

Özellikle zor zamanlarda, insanların kendi hayatlarının anlamını tekrar anlama hususunda manevi bileşenler önemli bir değişken olabilir. Başıboş hissettiklerinde kendilerine bir dayanak noktası olabilir. Eğer biz bu insan deneyiminin değişkenini yok sayar ya da hesaba katmaz isek, çok değerli terapoytik bir değişkeni kaybetmiş olacağız.

Benim ruhani boyutları tekrar düşünmem, terapi konusunda aynı fikirde olduğum bir çok iyi insanın ilmi tarafından harekete geçirildi. Terapoytik deneyimin zenginliğini yakalamak ve beni en savunmasız alanlarına davet eden hastalarıma hissettiğim saygı için “kutsi zemin” fikrini kullandım. Hastalarımla olan çalışma süresince, manevi boyutların tanınması sürece dâhil edildiğinde, iyileşme sürecinde artan bir bütünlük potansiyelinin varlığını gözledim.

Ben manevi boyutların öneminin anlaşılacağı ve dua ve derin düşünme bağlamında temelde başarılı olan içsel sakinliği beslemeye cesaret veren bir inanç geleceğinde yetiştim. Bununla beraber, sosyal hizmet eğitimim süresince ve kariyerimin başlangıcında, manevi boyutlara değer verenler ve klinik çalışmalardaki değerleri tasdik edenler arasında bir ayrım gördüm. Maneviyatın dili, içinde bulunduğum akademik ya da klinik ortamların hiçbirinin bir parçası değildi. Buna rağmen, hastalarımın hayatında manevi boyutlarının önemini gidererek takdir etmeye, klinik yeterlilik oluşturacak şekilde maneviyatı ve psikolojiyi entegre etmeye ve kendi sahip olduğum inanç sistemlerinden ve manevi ifadelere saygı göstermeye çabaladım. 

Maneviyat ve sosyal hizmet üzerine tanınan bir ses olan Edward Canda (2002), değişik inançlara karşı saygılı olmanın gerekliliğinin altını çizmektedir.  Kendisi, değişik dini ve dinsiz manevi perspektiflere karşı saygı gösteren, profesyonel sosyal hizmet amaçlarına ve değerlerine dayandırılan maneviliğe karşı sosyal hizmetlerin bağlılığının önemini vurgular. 

Geçtiği için maneviyatın tanımını burada yapmak gerekli görünüyor. Esasında maneviyat, anlam yüklemektir. Maneviyat bizi dizginleyen şeydir. Dünya görüşlerimizi ve en derin amaçlarımızı düzenler. Düzen ve kaos, iyi ve kötü algımızı ve bizden daha güçlü bir varlığın oluşunu barındırır. Hayatlarımızı seçtiğimiz şekilde yaşarken ifade bulur. Bazıları için dini ifadeler şeklini alırken bazıları için almaz.

Geri Miller (2003) maneviyat ve din arasındaki farkları, her ikisinin birbirlerine olan üstünlüklerini paylaşarak sunar. Maneviyat evrenle kişisel bir bağlantı iken; din, din dünyasıyla itikat, kurum ve ayin bütünüdür.

James L. Griffith ve Melissa Ellliot Griffith “Psikoterapide Kutsiyetle Yüzleşme” (Encountering the Sacred İn Psychotheraphy (2002) de şöyle diyorlar: “Maneviyat ve din, tam olarak aynı olmasa da aralarındaki fark, günümüz kültürel politikasında geçen dindarlık/dinsizlik pozisyonu kadar da açık değildir.”

Maneviyatın önemini kavrama konusunda mesleki alan olarak sosyal hizmet, birkaç aşamadan geçmiştir. Canda, bize bunu sosyal hizmetin, kendisinin temeli olan dini bağlantılardan 1970’lere kadar ayrılmış ve sosyal hizmet ve maneviyatın entegrasyonu konusunda “profesyonel şüphecilik” olduğunu hatırlatmakta. O 1980’lerden 1990’larda, mesleğini “kendi manevi köklerine” döndürmek için birçok çağrının yapıldığını ifade eder.

Sosyal hizmet çerçevesinde manevi boyutların tam anlaşılmamasıyla birlikte, maneviyat ve sosyal hizmet arasındaki belirli bir gerilim ve kararsızlık, bir grup pratisyeni bilgilendirdi. Soysal hizmet programında yarı-zamanlı öğretmenliğimde, öğrencilerimle sosyal hizmet uygulamalarının manevi bileşenleri hakkında zengin içerikli sohbetlerim oldu. Bugünün öğrencilerinin maneviyat hakkındaki tartışmaları canlandırmalarındaki rahatlıktan cesaret almama rağmen, manevilik birçok deneyimli pratisyen için hala daha az tartışılan bir boyut. Sosyal hizmetler çalışanları kendi hayatlarının boyutlarını ilgilendiren belirsizlikler yaşadıklarında, insanoğlu deneyimlerinin doğal bir sonucu olduğu kadar maneviyatın kabulünü zorlaştıracaktır. Kendimizinkilerden emin değilsek, hastalarımızın ruhani inançlarını yok saymak veya onları ruh hastası olarak kabul etmek çok daha kolay olabilir. Henri Nouwen (1996) “Durduğumuz yeri tarif ederken, gitmek istediğimiz yerin de haritasını da çizebiliriz. Her profesyonel kendi tarifinden sorumludur.” diyerek bu açıklığın öneminin üzerinde durmaktadır.

Hasta, manevi boyuta açıklığına ve ihtiyacına göre sosyal hizmet çalışanından ipuçları alır. Hastalar, inançlarına ve dinsel deneyimlerine karşı habersiz olabilirler. Örneğin çocukken kiliseye giderdim ya da -olumlu ya da olumsuz- “gerçekten buna inanıyorum” gibi şeyler duyabilirsiniz. Bu görüşleri takip etmek ya da etmemek, bizim elimizde. Sanıyorum ki ne kadar maneviyatımızla barışıksak, bahsi geçenlerin, sorgulamaya değer alanlar olduğunu anlamamız o kadar muhtemeldir.

Bu makalede, “Duvarsız Terapi: Danışma Odasında Dine Hitap”da (Theraphy Without Walls: Addressing Religion in the Consulting Room), deneyimli terapist, George Simon (2003) şu sonuca varıyor: “En iyi klinikçiler, danışma odasına girdiğimizde kapıda, politika, felsefe ve dini sorgulamayanlardır. Din değiştirmekle uğraşmadan, insan olmanın ne anlama geldiği hakkındaki inançlarını terapilerinde somutlaştırır.” Simon’ın bahsettiği kendi dinimize çekmeme noktasının altını çizmek önemlidir. Hastalar, sosyal hizmet görevlisinin monoluğunu duymak zorunda olmadığı gibi, sosyal hizmet görevlisi de kendi inançlarını hastasına empoze etmemelidir. Bunu yapmak, sosyal hizmetin temel kurallarında, her hastanın yegâne deneyimine saygı göstermek değerine ve özerkliğine zarar verecektir.

Geri Miller (2003) bu uyarıya bir de şunu ekliyor: “Danışmanlar, danışma esnasında manevi boyutları işin içine ne zaman katacaklarına karar verirken, hastalarını kendi manevi görüşlerine çevirmekten kaçınmak için, kendi motivasyonlarını ve olası önyargılarını incelemeliler.” Kişi özel bir manevi ya da dini grubun üyesi diye bizi kesin sonuçlara yönelten çıkarımlardan uzak durmalıyız. Kişilerin bağlılıklarına bakarak, kişinin inançları hakkında sonuç çıkaramayız. Duygusal ve ilişkisel endişelere değer biçerken de, kişinin maneviyatını anlamada da aynı terapoytik müdahaleler geçerlidir. Onların deneyimlerini ve bunlardan çıkardığı anlamları dinlemeye ve anlamaya çalışmalıdır.

 Sosyal hizmet çalışanı, görevini kendisini hastanın yerine koyarak “o durumda o olsa neye ihtiyaç duyardı”yı yansıtmak olmadığını açıklamalıyız. Bu klinik sosyal hizmette hep önemlidir. Hastanın en derin inançlarını ve bunlara nelerin anlam kazandırdığını anlamaya çalışırken, kendi hayat görüşümüz yüzünden hastanın hikâyesini göz ardı etme tehlikesinin farkında olmalıyız.

Manevi bileşenleri anlamanın anahtarı açıklık ve özenli ilgidir. Maneviyatı anlamak için birinin manevi veya dini bir uzman olmasına gerek yoktur. Fakat anlamak ve araştırmak için kişinin istekli olması şarttır. Sosyal hizmet çalışanları Bo Lozoff (2000)’un not ettiği ve “her büyük din ve erdem geleneği” arasında benzerlikler bulunmaktadır. Lozoff her ikisinin de, içsel manevilik ve dışsal manevilik olmak üzere iki ana prensip etrafında döndüğünü vurgulamaktadır. Kendisi, içsel ve dışsal çalışmalarımızın birbirinden bağımsız, fakat tamamen ayrı olmadıklarını sonucuna varmaktadır. “Dışarıda hayatın anlamını kendi başımıza ararsak muhtemelen bulmayacağız. Kendimizi yoğunlaştırır ve hayatın anlamını ararsan, şu anda tam burada bizi bekliyor olacak.” Klinik sosyal hizmetler çalışanının önemli görevlerinden biri, insanlara mücadele, acı ve sorunlar karşısında anlam bulmalarına yardım etmektir.

Lozoff bize manevi uygulamaların Yunanlı Zorba’nın “tam felaket” diye adlandırdığını çözmemize yardım ettiğini gösteriyor. John Kabat-Zinn dikkatin, hayatın felaketini yönetmede bir çare olduğunu belirtir. Kabat-Zinn aklı, bugün bizimle ilgili eski bir Budist uygulaması olarak tarif eder. Bunun Budist olmakla alakalı olmadığını ve dikkatin inançlarla ve dini geleneklerle tezatlık veya çelişki içermediğini hatırlatır. Daha çok kendinizle ve dünyayla uyum içinde olmakla alakalıdır. Kendisi, aynı zamanda dikkatli olmanın, bizim “bilinçli yaşama sanatı”nı büyüterek, kendi erdem ve en derin doğamızla iletişime geçebilmemize yarayan bir yol olduğunu belirtir. Dikkatlilik (Rikkatlilik) gerçekten bakmakla alakalıdır. Verilen her anı doluca yaşamaktır. Yapmakla değil olmakla alakalıdır. Dikkatli olmak bizim geçmiş problemlerle uğraşırken ya da geleceği tahmin ederken ne kadar zaman harcadığımızı gözler önüne seriyor. Dikkatlilik disiplini, insanın kendisini rahatlatan ve şu ana yoğunlaştıran bir araç olan düşünceli nefes alma üzerine yoğunlaşmaktadır. Gerçekte, nefes alma bize nihayetinde hayat verenin ne olduğunu hatırlatıcı olarak çalışır.

Kenneth Leech (1985)’de diyor ki; Modern toplumda insanlar o kadar hızla hareket ediyorlar ki, insanların yaşadığı kaygının çoğu merkezde kalma korkusundan kaynaklanıyor.

Yalnızlığın protestosu, insanların kardeşliğine karşı değil, toplum içine giren bireyin kendi istek ve arzularının engellenmesine karşıdır. Sadece iç dinginlikle bu gerçek görülebilir (s 139-140).

Sosyal çalışanlar, iç huzuru yakalamada her ne kadar çeşitli ritüeller, ibadetler vesaire yollar tavsiye etseler de, bütün bunlar yani sükûnet içinde oturup derin nefes alma, ibadet, meditasyon, sesli okuma gibi metotlar hepsi metafizik olaylardır. Önemli olan bunların hastaya uymasıdır ve bunun için hastaya özel zaman ayrılması gerekmektedir. Fakat bu zamanda bu, insanların yapmakta zorlanacakları bir şeydir. 

Robert J. Wicks (1992)’de huzurlu anları yakalamanın dezavantajlarından bahsederken âbidlerden anladığı izlenimlerden yola çıkarak diyor ki;

Samimi âbid, genellikle gazaplanmaz. Bundan dolayı bilinçsiz olarak çoğumuz miskinliğe meylederiz ve kalbimiz de Allah’a yer ayıramayacak kadar meşgul olur. İçimizdeki boşluktan kaçma çabasıyla ve işleri Allah’a havale ederek zihnimizi daha fazla kaygı ve endişe ile doldururuz, böylece hayatımız ve ruh halimiz acı, gazap ve bizi kimsenin anlamadığı hissi ile çöker kalır.

İster seçilmiş bir ibadet olsun ister diğer sakinleşme, huzur bulma metotları olsun Wicks, bu fırsatı elde etmede karşımıza çıkan engeller gerçeğine değiniyor. Hastalar ofisime geldiklerinde, ciddi stres altında olduklarının ve acilen bir şeylerin değişmesi gerektiğinin farkında olarak geliyorlar. Genellikle kullandığım dil, endişe, depresyon veya stres onların dikkatini çekiyor. Duyguları, onları dikkat etmeye zorlayacak kadar rahatsız ediyor. Manevî (Ruhsal) Bakım (Care of Soul) kitabında Thomas Moore (1992) Depresyon Hediyeleri diye bir bölüm yazmış ve o bölümde Depresyonun burada ne işi var diye bir soru soruyor (s. 137). Bunlar birbirine benzer sorulardır. İnsanı rahatsız eden his ve düşünceler, tedbirini almak için bu soruları sorar ki gerekli değişiklikler yapılsın. Bu değişim genellikle insanı en derin his, duygu, düşünce ve inançlarına ve mana verdiği en derin inanışların temeline götürür.

Klinik çalışmalarda ruh halini keşfetmek, hepsine olmasa da çoğu sosyal çalışana şunu hatırlatır; her insanın, dünyanın ve insanın fıtratı ve burada nasıl yer edindikleri hakkında inandığı şeyler vardır. Herhangi bir dine mensup olsunlar veya olmasınlar bu herkes için böyledir. Kaygı, depresyon, stres, bitkinlik veya diğer duygusal patlamalarla mücadele eden kişiler, kendilerini öz gerçeği bulmaya yönelik sorularla baş başa bulurlar. Kriz anında ruh halini meydana getiren öğeler, yeniden değerlendirme ve ilerleme konusunda çok önemlidir. Fakat yine de bir hasta ile zorlukla karşılaşıldığı anda şunu vurgulamak önemli; yaptığı işin bu olayla ilgisi olup olmadığı kılı kırk yararcasına incelenmeli, geniş tabanlı klinik değerlendirme yapılmalı, başka profesyonellerden yardım talep edilmeli, uygun olan tıbbi tedavi gözden geçirilmeli ve katı kurallar uygulanmalıdır. Yıllar sonra şunu anladım ki bilişsel davranış terapisi, varoluşçu yaklaşımlar, konuşma terapisinin incelikleri, çözüm odaklı bazı teknikler bana çok katkıda bulundu. Sanırım bazıları ve insan hayatının manevi öğeleri ile uğraşan diğerleri beni varoluşçu düşünürler kefesine koyarlar.

Corey (1992) de varoluşçuluk hakkında şunları söyler; Varoluşçu gelenek yalnızlık, yabancılaşma, anlamsızlık gibi çağdaş hayatın ikilemleri ile yüzleşen insanlara yardım etme arzusundan türemiştir. Terapi, kurallarını geliştirme çabasından ziyade insanın derin tecrübelerini anlama çabasındadır. Varoluşçu terapi en iyi; hastalara yaşadıkları şeyin tamamen gerçek olmadığını fark ettirmek ve ne yapabileceklerini görebilecek tercihler yapmayı onlara öğretmek olarak yorumlanabilir.

Bugental (1986) da şunu söyler; insancıl varoluşçu terapinin görevi, hastalardaki gizli canlılığı ortaya çıkarmaktır. Biz onları daha önceden bildikleri şeyleri daha iyi dinlemelerini sağlamak için araştırmıyoruz, tam aksine yokluktan kaynaklanan yapamadıkları girişimleri yapmalarını sağlıyoruz. Böyle bir tutum sergilemek, terapinin ifade ettikleriyle çelişir. Bugental’in onlara bildikleri bir şeyi daha iyi dinlemeye yardım etmek ifadesi benim sosyal çalışanlara kendi çözüm ve önerilerimi dayatmaktansa, onların içindeki cevheri keşfetmelerini sağlamak konusundaki terapi yorumumu destekler niteliktedir.

Corey (1992)’e göre varoluşçu terapinin hedefi, kendinin daha çok farkına varmak ve seçenekleri artırmaktır. Paul Tillich’ in “The Courage To Be” (Var Olmak İçin Cesaret) isimli kitabına atıfta bulunarak, şunları söyler; “Bu isim ruhun özü, cevheri olan kendini kabullenmek ve içinden geldiği gibi yaşamak anlamını taşır.” Mary Pipher (1996)’da aynı şeyleri şunları da ekleyerek söylemiştir; “İnsanları doğruyu söylemeye ve kendileri gibi olmaya teşvik edebiliriz. İnsanlara kendilerini başkalarının onları nasıl tanımladıklarından ziyade kendilerini nasıl tanımladıklarını ifade etmelerine yardımcı olabiliriz” (ss. 142–143). Ben Corey’ in “olduğun gibi yaşamak, sınırlarımızı bilmekten ve kabul etmekten geçer” sözünü önemsiyorum. Bu da akılcı ve saygı gerektiren terapinin önemli öğelerinden biridir. Kendi çalışmalarımda insanların hayatlarının manevi öğelerini ortaya çıkaran birkaç faydalı soru keşfettim;

1.) Sana hayatın anlamını açıklayan bir inancın var mı? (veya senin kendine ait bir düşüncen) Eğer varsa bahsedebilir misin?

2.) Senin için önemli olan özel iş ve ritüellerin var mıdır?

3.) İnançlarınızın oluşmasında neyin katkısı vardır?

4.) Bu inançları nasıl kabullendin?

5.) Bu yolda neler var?

6.) Eğer inançlarınız için daha fazla bir şeyler yapabilseydiniz sizde ne gibi değişiklikler olurdu?

Bu sorular konuşmanın akışına göre ve hastanın durumuna göre pek çok şekilde türetilebilir. Bu sorular, diğer tekniklerde de olduğu gibi tepeden inme ansızın sorulamaz, zamanlama oldukça elzemdir. Zamanında sorulmuş soru, iyi ifade edilmese bile hastayı çok yakından takip ettiğinizi gösterir ve size o an çok güzel gelen sorulardan çok daha fazla etkilidir. Bolozaff buna iki soru daha eklemiştir:

1.) Hayata en büyük bakışım (görüşüm) nedir ve ben bunun neresindeyim?

2.) Hayatı kendi isteklerim doğrultusunda götürebilmek için, hangi adımları atmam ve hangi tutumları sergilemem gerekir?

Mary Pipher’in “Biz umut tüccarlarıyız.” sözüne katılıyorum. Bu, benim bir sosyal çalışan olarak en büyük beklentimdir. Benim bu hayattaki rolüm, hastalarıma çaresizlikler içinden umudu bulmaya - ki bu hayatı kahırdan yeşerten bir hayata çeviren olaydır - işte bunu bulmaya yardım etmektir. Bunu hastalarımın manevi tecrübelerini araştırarak ve onlara kendilerini dinleyip arzu ettikleri manayı anlamaya yardım ederek yapıyorum. Bunu 18 yıldır hayatımı isteklerim doğrultusunda yaşayan sosyal bir çalışan olarak tecrübe ediyorum.

 


[1] Wanda Wagler-Martin’in “Listening to Our Stillness: Giving Voice to Our Spirituality (Spirituality and Clinical Practice)” adlı makalesinin çevirisidir. Listening to Our Stillness: Giving Voice to Our Spirituality (Spirituality and Clinical Practice) sayfalar 135-142; Tercüme: Nesim Dikmen.